Latest Entries »

Answer to 1997

Efenim bu dizi son dönemlerimin efsanesi olmuş durumda. Ne için mi? Hemen açıklıyorum; dostlar diziyi tam bir günde bitirdim. Evet doğru duydunuz. Kore dizileriyle geçirdiğim ilk yıl manyaklığımı 5 yıl sonrasında hala yapabiliyormuşum. İnanın bende şaşırdım. Ha evet bu arada totalde 6 yıl oldu ben bu camiaya gireli. Kimler geldi, kimler geçti. Neler gördük geçirdik. Ondan da bir ara bahsederim ben diziye döneyim 🙂

Nasıl oldu başladım? Yine şans eseriydi. Bir gif bu sefer vesile oldu. Ah ben bu tesadüfleri seviyorum. Sonra dizinin konusu ilginç geldi ki şöyle;

Her şey günümüzde 1997 yılı mezunlarının tekrar bir araya gelmesiyle başlar. E eski dostlar yan yana gelince geçmişteki olaylarla da tüm çıplaklığı ile ortaya dökülür. Bizde uzun uzun flashbacklerle onlara dahil oluruz. Olaylar örgüsü yakın 5 arkadaş etrafında dönüyor ki sonrasında 6 oluyorlar çokta iyi oluyor. İşte bizde onlarla 90lı yıllara dönüyoruz.

Benim gibi sizde 90ların çocukluğunu yaşadıysanız dizi tam size göre. Yani diziyi çok çok beğenmemin   en büyük sebebi bu. Onların yaşadığı her şeyi yaşamış olmak. Eminim aramızda aynı şekilde, benim gibi bunları yaşamış olanlar çoktur.

Mesela mesela… Dizinin büyük yükünü taşıyan ” boy band’ler” ve grup üyelerine -özelliklede birine duyulan hayranlık. Şimdikileri tam hayranlıktan saymıyorum ama ben. O zamanları yaşayanlar bilir. Kasetleri almak için girilen kuyruklar, sabahlamalar. Posterleri için yüzlerce dergi takip etmeler, pazarlıklarla hatta karaborsa denilebilecek düzeyde anlaşmalar ve satın almalardan bahsediyorum. Çok net hatırlıyorum “Backstreet Boys” posterimin ucunu yırttı diye annemle bir kaç hafta konuşmamıştım hatta oturup ağlamıştım. İşte başrol oyuncumuzda H.O.T grubundan “Tony”nin hayranı hatta “Tony’nin karısı” diye çağrılmakta ve manyaklık derecelerimiz bir birine çok yakın 😛 O yüzden Sung Shi Won’a bayıldım. Onu canlandıran kızada ayrıca bayıldım 😉

Ve lise aşkları… Platoniklikler, yakın arkadaşa aşık olma davası, hiç beklemediğin birine aşık olma durumu derken liseli aklıyla ilişkiler 🙂

Ergenliğin zirvesinde lise hayatı diyorsan ailen ultra sorundur çoğu zaman. O da bu dizide gayet içten ve doğal anlatılmış. Shi Won’un aileside tam bir manyak 🙂

Haha birde lisede erkek öğrencilere por** (Aramalarda sırf bu kelime yüzünden gelen olmasın diye sansürlüyorum) tedarik eden biri  mutlaka vardır. Bu zamana kadar hiç bir lise dizisinde değinilmemişti böyle. Çok tatlı olmuş 🙂 Tabi dizide o karakterin inanılmaz şirin olması da bu durumu sempatikleştiriyordu.Karakter her çeşidini izlemiştir ama gerçekte o kadar utangaçtır ki bir kızla yan yana bile duramaz. Hak Chan da en sevdiğim karakterlerden oldu ve en çok güldüğüm bölümlerin çoğu ona ait.

Farklı olarak dizideki konuşmalar Busan şivesiyleydi mesela. İnanılmaz şirin geliyor bu şive bana. İzlerken baya zevk aldım. Hatta Seul şivesiyle baya dalga geçiyorlar.

Unutmadan! Dizinin en güzel yönlerinden biride başroldeki kızımızın sonunda kimle evlediğini nazlı nazlı anlatıyorlar. Millet güzelce merak içinde bırakılıyor yani.

Daha neler neler var dizinin içerisinde. MIRC, ICQ, sanal bebekler… daha niceleri. İzleyin, izledikçe mutlu olun, anılarınız canlansın. Yer yer ağlayın.

Ve bana güvenin insanı mutlu eden bir dizi bu da.

Şimdilik hoşçakalın 😉 90’larda kalan anılara da selam olsun 😉

Selamlar olsun dostlar. Yine bir müddet ara sonrasında “Nefes alıyorum” yazısıyla karşınızdayım.

Uzun zamandır izlediğim dizilerden bahsetmiyordum. Üstelik izleyip bitirdiğim dizilerden çoookk uzun zamandır bahsetmiyordum. Özellikle böyle dedim çünkü bir süredir başladığım dizileri bitiremiyordum. Ama ne oldu? Can evimden vuruldum.

Youtube da yine aylak aylak dolanıyorum, bir aralar denk gelen ancak öyle çok ilgilenmediğim, postuma adını veren dizinin ost’si ile karşılaştım. Ve ta ta ta taaamm! Şarkıya resmen aşık oldum. E dolayısıyla dizinin görüntüleri ilgimi çekti çocuklardan ikisi üçü tanıdık topluca bir şirinlik var asi gençlik var, müzik var “Ne duruyorsun? İndirip izlesene” dedi kore damarım.

İşte o an bana bir şeyler oldu. Hemen bölümler indirildi, altyazılar tamamlandı. Ve ben deli gibi “Shut up flower boy band” izledim. Sabah akşam hemde.

Diziyi aslında hissettiklerimle anlattım ama yine şöyle kısaca değineyim. Elimizde bir grup genç var ki başı Lee Min Ki’nin canlandırdığı Byung Hee çekiyor Byung Hee karakterine hemen bağlanıyorsunuz ama 2 bölümde kazık atılıyor size. Öyle işte bir şeyler oluyor. Ben olaya dönüyorum:)  Bizim bu gruptaki gençler müzikle ilgililer kendilerine Eye Candy diyorlar ve bir hayata haykırışları, cool halleri, kabadayılıkları, vurdum duymazlıkları var ki , en güzeli de şirinlikleri diz boyu. Neyse 6 kişilik grubumuzun okulu değişmek zorunda kalıyor ve can ciğer kuzu sarması olan bücürler sosyetik bir okula düşüyorlar. Orada bizimkilere uzaydan gelmiş muamelesi yapıyorlar. Tabi  onlar altta kalmıyor vs derken işin içine müzik şirketi, aşk falan giriyor hoş gençlik dizisi ortaya çıkıyor. Byung Hee dedim ama asıl Kyung Jong ve Ha Jin’e bayılacaksınız. Aralarında ki o kimya bence herkesi kendine kilitler. Hepsinin süper kimyası vardı ama bu ikisi ayrı bir tatlıydı.

Şimdi böyle okuyunca çok basitleşiyor ama hiç sıkılmadan bir nefeste izledim ben. Yer yer ağladım bile düşünün. İşin içinde inanılmaz bir dostluk olması da beni etkileyen yönlerinden. Lisedeki hayalperestlik, her şeyi yapabileceğine inanma ve bir şekilde gözlerin açılması ama içte kalan o heyecanlı çocuk çok tatlı anlatılmıştı bence. Belkide içinde kendi lise dönemimden bir kaç parça bulduğum içinde bu kadar etkilemiş olabilir beni.

Resmen doyamadım ya! Hani ömür boyu izleyebilirdim diyorum bazen. Özellikle ost parçalarından bazılarını dinleyince.

Velhasıl diyeceğim şu ki. Gözlere bayram, kulaklara bayram. Hayal kurmaya iten (En azından beni itti) şirin bir dizi bu. İzlemenizi tavsiye ederim. Hemen alta beni etkileyen videoyu koyayım ve uzaklaşayım buradan.

Müziğe de sevgiliye de ilk görüşte aşık olursun. Ama kalbin o müziği gerçek sanırsa sonradan çekilmez olur.Aynı kolay aşık olunca ilişkiyi yürütmenin zor olması gibi.

Ve Mimlendim Ben ;) Çatlak Çocukluğum.

Sevgili Bunusevdim beni şu yazısında mimlemiş. E mimlendiysek el mahkum karalamak lazım bir şeyler. Uzun zamandır mim olayına da dahil olmuyordum dönelim bakalım eski zamanlara o zaman.

Mimimizin konusu en eski anınız. İnanın yaklaşık bir haftadır düşünüyorum derinlere indikçe iniyorum en son doğumumu anlatmaktan korktuğumdan zorlamadım çocukluğuma merdiven dayadım.

Benim çocukluğumdan farklı bir insan olacağım belliymiş. Hala yaptığım bir çok şeye anlam veremeyen sülalem (Evet sadece ailemle kalmıyorum) o zamanda pek anlam veremezlermiş. Ancak o zamanlarla bu zamanın bir farkı var; Çocukluktan eser kalmadı ama ben hala aynı şekilde takılıyorum,  neyse ki beni böyle kabul etti herkes 😀

Aslında bir sürü anım var. Bende aklıma ilk gelenleri anlatmak istedim hani “Bunlar aklıma hemen geliyorsa bende iz bırakmıştır” dedim ve yazıyorum.

Küçüklüğümde inanılmaz derece ön sezim varmış ya da fazla dikkatliymişim bilmiyorum ama bir şey diyorsam -ve yaşımdan büyük şeylerse bunlar illaki oluyormuş. Bir gün işte ben evdeyim-o zamanlar nerede olabilirsem artık- dolanıyorum baktım babam banyoda tıraş oluyor (Bu arada babamı tıraş olurken izlemekte en büyük zevkimdi. O tıraş köpüğü ile oynamaya hastaydım neyse) annemde banyoda bir şeyleri yerleştiriyor aniden içime doğu verdi dedim “Baba o lavabo düşecek. Biraz geri çekil ayağına gelmesin” Yalnız öyle bir şey ki aslında o lavabonun oradan düşmesi imkansız. E durum böyle olunca babam hiç aldırmıyor “Saçmalama kızım” diyor bana bende umursamaz tavrımla “Sen bilirsin. Peki” diyorum ve arkamı dönüyorum. İşte o an lavabo düşüyor ve paramparça oluyor babamın ayağı kanıyor. Sonra bir süre beni medyum sandılar. Saçma sapan teyzelerin zorla fallarına bakmam istendi vs. Çok acı çektim lan :D:D Şaka şaka 😀 Ama hala güçlü hislerim vardır 😉

Birde anlatmaktan zevk aldığım ama annemin en nefret ettiği, bir anım daha var. Şuan oturduğumuz eve yeni taşınmışız yeni eşyalar alınmış ve onlar yavaş yavaş geliyor. Bu arada ben 5 yaş civarlarındayım (bir önceki olayda da o yaşlardaydım). Eve oturma odası takımı gelmiş ve ben o gün mumlara takmışım. İlla mum yakacağım, mum yakılacak. Tabi annem “Mum ile oynanmaz. Çocuklar mum yakmaz. Hem bak güneş var gündüz mum yakarsan ışığını göremezsin. Onun için karanlık olması lazım” diyor ki bana fikri veren kendisi bu cümlelerle ancak hala kabul etmiyor 😀 Bu arada siz olayı anladınız 😀 Gelen koltukların altları boş ve bana o an en karanlık gelen yer onun altı. Ta ta ta taaaammm 😀 Ben girdim bir güzel onun altına. Mum elimde birde kibritim var onuda yakmaya inanılmaz meraklıyım ve öğrenmişim. Kibriti yaktım, mumu yaktım izliyorum. Dünyanın en mutlu çocuğu benim. Sonra aklıma annem geldi dedim “Bunu ona göstermeliyim. Karanlıkta mum yaktım :D”  Tabi ben içeri geçip ona bunu söylerken çoktan koltuklar tutuşmuştu 😀 Sonrasını hatırlamıyorum 😛

Ya düşündükçe daha neler neler çıkıyor ya, aklıma neler geliyor ama hepsini buraya yazamayacağım tabi 🙂 Yalnız azalmadı katlandı olaylar bir süre . Birde 5 yaş öncemi hatırlamıyorum sanırım. Yani o kadar zorlamadım 🙂

Evdeki camları indirdim, soda içeceğim diye düşürüp toplardamarlar yaralanması ile kan kaybetmeme rağmen dikiş atıldıktan sonra “Ne istersen yapacağız kızım” diyen ailemi hemen dikiş sonrası fıldır fıldır gezdirdim. İlk aktivist tavrımı 7-8 yaş arasında anaokulu hocama karşı gösterdim falan ooo neler var neler. Benden çok çekti bizimkiler. Yalnız şimdide çok ilginç bir kızları olduğu için gurur duyup hava atıyorlar millete. “Bizim kız çok enteresandır. Ay sizin çocuklar ne kadar klasik, bizimkisi orjinal” diye espri yapıyorlar ama altında ciddiler 🙂

Ya işte böyle çok konuştum ben o yüzden hoppaaa bu mim gitsin Kimbap‘a 😉

Temmuz Ayı Güzel Geldi Yahu

Ta ta ta taaammm. Havadan sudan bahsettiğim yazılardan uzunca bir zamandır yazmıyordum. Gerçi her çeşidi uzunca zamandır yazmıyordum ama yazıya konu olacak olan “İzmir Geleneksel Pandalar Buluşma Haftası” kapsamında (Oha nasılda resmi göründü gözüme. -Hayır bu buluşmada herhangi bir bakanlığın parmağı yoktur- deme gereksinimi hissettim biran 😀 ) ve Sevgili Kimbap’ımın “E gidince sende bir şeyler yazarsın” cümlesi ile bir toz almanın vakti gelmiştir dedim.

Geçen senede aynı tarihlerde İzmir semalarındaydım bu senede geleneği bozmadım İzmirli pandalar Astrea ve Kimbapsushi‘nin de katkılarıyla yine üçüncü memleketim olarak gördüğüm İzmir’deydim. Yine, yeniden 🙂

Geçen sene pek turistik olmuştu benim için. Hani daha çok kültür turizmi gibiydi. “İzmirliler böyle davranırlar, şöyle cümle kurarlar. İşte burası Konak burdan geçiyorsun Alsancak, Karşıyaka, Bostanlı, Bornova…” vs derken “Turizm olurda Foça olmaz mı?” Gezdik durduk. Fakat bu sefer yedik yedik yedik. İçtik içtik ve içtik. Hani gezmedik mi? Gezdik ama yerlisi gibi takıldım bende 😉 Hatta o kadar tanıdıktı ki “Amaaannn ya! Ne yapacağız orda boş verin gelin oturup dizi izleyelim” cümleleri kurdum. Tamam bunda birazda (Baya) sıcağında etkisi olmadı değil hani 🙂

Olay sıcağa gelmişken ilk manyaklığımızdan da bahsedeyim.  Şimdi ortam sıcak nefes alamıyoruz birde laptoplar bacaklarda, çevremizde fanlarının ultra sıcaklığı ile ortam daha da ısınıyor. Ben attım kendimi yere. Bir süre sonra bayılma belirtileri yoğunlaşırken bir ses “Aaaa Kimbap Sermin öldü!!!” Astrea sağ olsun beni kendime getirdi. Tabi bu arada aslında Kimbap’ta çoktan kendinden geçmiş olduğundan gerekli tepkiyi veremeyip ekrana bakmaya devam ediyordu. Bir ara tebeşir istediğimi hatırlıyorum. Bedenimin bulunduğu yeri işaretlemek için tabi 😀 Sonra biz klimayı açtık ama Astrea’nın serçe parmağı soğuktan üşüyüp kızarınca tekrar kapamak zorunda kaldık 😀

Arada manyaklığımızdan bir kesit paylaştıktan sonra devam edebilirim. Hani dedim ya “bu sefer daha çok boğazımıza tatil yaptık biz” diye şimdi onlardan bahsetmezsek olmaz. Açılışı Sushico (Bu arada bu gittiğimiz mekan ama şimdi daha hoş bir havası var) ile yaptık. Uzakdoğu mutfağının yurdumda bulanabilecek her bir çeşidinin bulunduğu mekanda kendimizden geçtik. Hani bu denli kültürüne aşina olduğumuz adamların mutfağında kısıtlı olduğumuzu üzülerek söylemek istiyorum. Yinede güzel kıvırdık mı? Kıvırdık yani. Yalnız gözümüz Bentolarda kaldı. Onlar ne mi? İşte böyle bir şeyler. Tamam bu kadar şirin değildi ama mantık basit; bölmeli kutuda çeşit çeşit yemek 🙂 Ahhh! Canım çekti! Bu arada hepimizin ortak kararı, ya çok açız diye, ya hep birlikteyiz diye sushinin tadına bayıldık. Hani seviyoruz zaten ancak hiç böyle lezzetli gelmemişti.

Sonra hep birlikte “Buz Devri” izlemeye gittik. Yerlere yattık. Bir kaç kez koltuk değiştirdik. Birilerinin kestik. Kendi çapımızda saçmaladık ki bu orjinal halimiz aslında. Ha birde bu sıralarda manyak gibi Pucca ve Garu arıyoruz Burger King’te.

Sonra sevgili Kimbap’ın dolabı bozuk olduğundan soğuk içecekleri mümkün olduğunca çabuk eve götürüp soğukluğunu kaybetmeden içemeye çalışmamız, buzluğun çalıştığını ancak zaman zaman abarttığını keşfedip doldur, dondur hafif erit ve maksimum kullan kuralını bozmayan soğuk suya erişme çabalarımızda taktirlikti 😀

Devam ediyorum 😉 Astrea’nında evde olmadığı bir gün taksi dolmuşa atlayıp Kimbap ile önce Bostanlıdaki pazara uğrayalım dedik. Nam-ı diğer Bospa. Bir hata yapıp gittik. Ana baba günü, bayıldık bayılacağız. Hatta bir adamı ortaya çekip dövecektik. Neyse… Şip şak gezip çıktık ordan ancak beni oraya getiren taksi dolmuşçu amcayla (Sanırım böyle hitap edebilirim) muhabbeti koyulaştırdık bir ara. Oğlu, işi derken adam yaptığı işle uçuk bir miktar kazandığını söyleyince atlayıverdim “Abi benide şoför yapsana!!” Gerçi bu meslekteki insanlarda hikaye bitmiyor azizim 🙂 Ve bu günün sonunuda içerek sonlandırdık 🙂

Şimdi biz hep günü içerek bitiriyoruz da işin enteresan yani ayıkken daha sarhoş oluyoruz 😀 Örneği ben ve kişiliklerim 😀 Uslu uslu oturup dizi izlerken içimdeki Sebastian ortaya çıktı. Sırf saçlarım banyodan sonra kıvırcık olduğu için oldu bu olay. Sonrasında dilim fransızcaya kayınca Gerard aksanım Rusya’ya uzanında Vilademir oluverdim. Hemde durdurulamaz şekilde. Bunun üzerine Kimbap Sebastian değil Sergio ol demesiyle işler çığırından çıkmıştı 😀

Dizi izlemeye gelince laf. Hepimizde bir izleyememe hastalığı vardı ya o hastalık yok oluverdi biranda. Kimbap ile beraber hatta işi o kadar abarttık ki “Şimdi ne yapıyorsun?” sorusuna sürekli farklı dizi isimleri ve çeşitli internet eylemleri ile alakalı bir sürü farklı yanıt verdik. Astrea ile de yan yana geçiyoruz bir ” A Gentleman’s Dignity” bir “New Girl” arada ben başka dizilere kayıyorum “Big, i do i do, fringe” ve son gün son dakika izlemeye başladığımız, dostumun şu yazısında bahsettiği ismini hatırlayamadığı “The Dresden Files” ile noktayı koyduk o zaman. Buradan kendimizi tebrik ediyorum.

Birde fotoğraf maceramız var ki gecenin bir yarısı sitenin bahçesinde. Anlatmakla olmaz yaşamak lazım. Ama o beyaz at hiç öyle bir deneyim yaşamamıştı garanti edebilirim 😀

Pandaların (Astrea ve Kimsu) yaptıkları Suju, Brown Eyed Girls -Abracadabra- , T-Ara – Poopy poopy, Shinee derken girilen durumlar, kopmalar da çok eğlenceliydi. Bu arada gayet potansiyelleri var demedi demeyin 😉

Birde son günüm öncesi bize katılan ve sayesinde tatlılara boğulduğumuz, sohbetiyle bize renk katan Minekibuu ve Leman Kültür maceramızda ayrı bir güzeldi. Kendisi bana alışık olmadığından pek çıkardığım seslere biran yabancılık çekti ancak o da bizden olduğundan kısa sürede alıştı. Bu arada orada bize sürekli “Bence şunu deneyin” diyen ” Emin olun beğeneceksiniz” diyen tipi cortlamış ancak ayakkabılarını beğendiğim adını bir türlü öğrenemediğim garson insanın tavsiyelerinin dinlenmeyeceğini anladık ama geçti. Oraya gittiğinizde karşılaşırsanız selamımı söyleyin ama tavsiye ettiklerini söylemeyin tamam mı?

Bir sürü bir sürü şeyler daha. Ama kısa kesmek gerek artık. Olay İzmir’de değil, dostlarda. Bu tatili bu denli eğlenceli, unutulmaz kılan şey birlikte olmamızdı. Kafaların aynı olmasıydı olmayan yerlerde de anlayışlı, saygılı olunmasıydı. Kısacası çok eğlendik, güldük, gezdik, içtik zevk aldık.

Kimbap bize evini açtığı için sonsuz teşekkürler. Emeğine sağlık panpam. Keza Astrea bebeğim; Yalnız bırakmadığın için yaptıkların için sana da teşekkürler. Darısı nicelerine. Seviyorum sizi ve sizli İzmir’i.

Geçenlerde kendi kendime oturdum, bir düşündüm. Ya ben Kore camiasından uzaklaştım sanki diye ancak ikinci kez düşününce şu sonuca vardım. Beni kendisine çeken dizi bulamamıştım. Nedense bu senenin ilk yarısında yayınlanan dizilerin hiç biri beni tatmin etmemişti. Doğal olarak bende elimi eteğimi çekmiş gibi oldum.

Bu ay başlayan şu iki dizi ile de bu düşüncemi tastiklemiş bulunmaktayım. Çünkü hala eskisi gibi diziyi takip etme, indirme, alt yazısını bekleme gibi süreçleri manyamışcasına yapıyorum. Sabahları erkenden kalkıp inmişse eğer bile bile spoiler yiyerek şöyle bir bölümün başına bakmadan evden çıkamıyorum.

İşte geldim o iki diziye. Bir taneciğim geçen sene gözlerimde yaş bırakmayan hatun Kim Sun Ah’ın “Aidu Aidu” nam-ı diğer “I do I do” dizisi. Daha ilk dakikadan hasta etti kendisine. Hani Sun Ah’cığımızıda farklı bir rolde ancak yine kendisine yakıştırdığım saçma şeyler yapan kadın imajınıda ucunda barındıran güçlü kuvvetli ve duygusal bir karakterde izleme olanağı büyüledi beni. Konuda orjinal tabi. Bu zamana kadar ayakkabıların dizide anlatılan yönüne değinen olmamıştı. İlgi çekici. Bir de oyuncu partneri şirinlik abidesi olunca tadından yenmiyor açıkçası 😉

İkinci dizim ise “Big”. Adına ithafen büyük yankı yaratan, kitlelerin beklediği Gong Yoo über düperinin dört gözle beklediğimiz dizisi. Bu dizide ilk görüşte aşka maruz bırakanlardan oldu. Ki bunda başrolündeki Lee Min Jung’un şiriniyet rolünün etkiside büyük. Çok şirin bir karakteri var bence dizide. Haa bir de artistimiz, asabimiz ama tam sıkılmalık Shin Won Ho’yu da unutmuyorum. Yani bu dizi adına yakışır demek istiyorum 😉

Bir kaç bölüm sonrasında daha ayrıntılı anlatmak istiyorum. Özellikle “I do I do” yu. Yalan yok Gong Yoo’yu seviyorum, uzun zaman bekledim bir dizi ile dönsün diye ancak Kim Sun Ah ikisinin arasında daha ağır basıyor. Sanırım ben o kadına aşığım 😛

O zaman bir müddet sonra görüşmek üzere…

Uzun zamandır buralarda değildim biliyorsunuz. Bakalım yakın zamanlarda neler olmuş diye göz atarken etrafa gözüme “Ofori” semalarından bu film ilişti. Onunla bu tarz filmlerde zevklerimiz baya uyuşuyor. O yüzden gözüm kapalı daldım işin içine. Sağolsun hemen bir link paylaşıverdi, arama zahmetinden de kurtardı beni e banada izlemek düşer tabi.

Aslında inanılmaz gerçekçi bir çizgide gitmekte ve öylede sonlanmakta bu film. Yani aslında bir hafta sonunda olabilecek şeyler içindekiler. Moralin bozulur bir şeyler içmek için bir bara gidersin barda biriyle tanışırsın ve olay başlar. Laf lafı açar, sohbetler, gülüşmeler… Birbirini hafiften tanımaya başlarsın vs. Kahramanlarımız da bunları yaşıyorlar.  Russell ve Glen. Biri utangaç, aşka inanan, kısmen pozitif bir insan. Diğeri ise kendine güvenen ancak aşka cesareti olmayan enteresan bir tip. Yalnız ikiside kırılgan.

Güzel övgüler almış, imdb puanı gayet iyi olan, bol ödüllü bir film var karşımızda. Yakalamasını bilene çok şirin, anlamlı şeylerle dolu. Hani akıllarımızda ki perdeleri kaldırıp öyle izlemeliyiz bu filmi. Tabi kimseyi izleyin diye zorlayamam bu film için. Yalnız filme şans verecek olanlar için güzel şeyler bulacaksınız diyorum. Hatta nasıl desem size “Before Sunrise” ya da “Before Sunset” filmlerini izlemiş iseniz birbirine inanılmaz benzeteceksiniz. Bir diyalog seli var içinde ve kısıtlı bir zamanda geçiyor hikaye. Sadece bir kadın ve bir erkek değil kahramanlar. Konuşmalarda çoğu zaman normal şeylerden bahsediliyor ama aralara serpiştirilen “Farklı tercihleri olan insanların hayatı” durumları hoş ayrıntılar içeriyor ve bir o kadar “Evet ya gerçekten böyle yapılıyor. Pislik insanlar” dememize neden oluyor.

Bu arada oyuncuların kimyalarıda filmi izlettiren şeylerden. Glen’in Russell’a bakışları olayı bitiriyordu resmen. Tom Cullen ve Chris New için kocaman bir alkış tutturdum ben. Çok zor sahneleri büyük ustalıkla ve yapmacık durmadan oynamışlar.

Birde şunu söylemeliyim size spoiler olmayacak o yüzden cümlenin başını okuduğunuzda sonuna gelmekten vazgeçmeyin. Film yavaş ilerliyormuş gibi gelebilir, uzunmuş hissi verebilir, hep aynı şeyler konuşuluyormuş gibi ya da aynı şeyler dönüyormuş gibi hissedebilirsiniz. Bunlar hepsinin nedeni; filmin sürekli aynı mekanlarda ve aynı kişilerle dönmesi. Ama sonuna geldiğiniz zaman hakettiğinizi alacaksınız, merak etmeyin. Hatta öyle bir şey ki biran bir boşluk hissettim ben. Kalp kırılması gibi bir şey diyebiliriz belkide. Şaşırabilirsiniz ama içinde hiç ummadığınız bir romantizm var.

İlgililerine duyurulur; Bu film izlenir.

İçinde azıcıkta olsa izleme isteği uyananlar; Bir şans verin 😉

 

Veee selamlar olsun ahali. Çok ama çok hatta çoookk uzun zamandır yazmıyordum. Arka planı karmaşık, karanlık ve derin o yüzden hiç girmeyelim. Ancak ufaktan döndüğümün kanıtı olsun bu post 😉

Başlıktan da anlaşılacağı üzere izlemek için çok geç kaldığım bir filmden bahsedeceğim size. Hani öyle uzun uzun bahsedip süprizleri bozmak gibi bir huyum yoktur biliyorsunuz yani şöyle hafiften değineceğim diyeyim.

3 Idiots size Hindistan sineması için farklı bir kapı açıyor. (Ta ta taa taaam 🙂 ) 

Aslında sadece açmakla kalmıyor bildiğiniz o kapıdan içeri dalıyorsunuz. Hani şahsen benim aram Bollywood ile pek iyi değildir ancak hiç bir zaman “Iyyy hindistan mı hayatta izlemem” demedim. Aslında ben bunu sinema için hiç yapmıyorum da işte belirtmek istedim. Peki bu “3 Idiots” nasıl bir filmdir. Konusu nedir? Hemen anlatayım. Efendim Kraliyet Muhendislik Üniversitesi adında prestijli bir okula giren 3 kafadarın hikayesi. Yaşadıkları, yaşayacakları ile ilgili. Aslında hepimizin geçtiği yollardan bahsediyor. Ya da bazılarımızın geçeceği ( Herkesi kendim gibi yaşlı sanıyorum bazen 🙂 )

Ayrıca -bunda yaş sınırlaması yok- eğitim sistemini güzel eleştiriyor. Hatta kullandığı bir cümle var ki baya hoşuma giden ” Ben size mühendisliği öğretmiyorum, nasıl öğretileceğini öğretiyorum” diyordu ve sınıftan koşa koşa çıkıyordu. Ah Ranço!!

Ranço’nun bir cümlesini koyduk birde Fahran, Raju tarafından ekleyelim ” Arkadaşınız başarısız oluyor, üzülüyorsunuz. Arkadaşınız birinci oluyor daha çok üzülüyorsunuz 🙂 ” Peh deliler 🙂

Her eve o üçlüden lazım ya! Fahran, Raju ve Ranço. Fahran’ın kahkahaları, Raju’nun ağlamaklı gözleri ve Ranço’nun şebekliği, rahatlığı,  her şeyi:) (Tamam sustum 😛 )

Muhteşem dostluklar, süper haylazlıklar var filmde. Ha birde inanılmaz güzel parçalar ve şirin danslar 🙂

Bana filmi en çok sevdiren şey ise bir yandan gülerken bir yandan ağlatmasıydı. Hani mutluluk göz yaşı döktüysem bu filmde dökmüşümdür ya da öyle bir ağlama olayına yaklaştıysam bu filmle yaklaşmışımdır.

Uzun zamandır atmadığım kadar çok kahkaha attığımıda söylemeden geçemeyeceğim. Çoğu filmin yapılma amacı olan “İlham kaynağı olma” durumu süper yaşanmış bulunmakta.

Herkesin içinde bir şeyler bulabileceği uzunluğuna rağmen hiç sıkılmadan izleyebileceği ve kaçırılmaması gereken bir film. Benim için “Kesinlikle arşivime koymalıyım” dediğim bir film oldu. Birde kendime bir Ranço ister oldum neyse hallederiz onu 😀

Son olarak elimi soluma koyuyorum iki kez “Ol iz vel” diyerek bitiriyorum 😉

Eğer o bahse girmeseydim, bu hikaye muhtemelen yaşanmamış olacaktı. Yazı mı tura mı?

İsmi ile kalbimi felç etti. Sonra oyuncularına baktım kimi göreyim Kenichi Matsuyama!!!! OMG ! Tamam onun muhteşemliğinden falan sonra ayrıca bahsedelim. Blogum +18 uyarısı içermiyor 😀

Yalnız ben direk filme dalıverdim. Genellikle yaptığım bir şey değildir bu. O zaman ne yapalım. Kısaca özetleyeyim. Şimdi efendim elimizde Naomi (Maki Horikita) adında bir genç kız var. Uluslararası deniyor ancak işte Amerikan Kolejinde okuyor. Tokyo American School gibi bir şeydi tam adı neyse geçelim biz orayı. Bu kızımız merdivenlerden yuvarlanır ve gözünü ambulansta açar yanında kim mi var?  Yuji ( Tabi ki  Kenichi ) 🙂 Yalnız bir sorun var. Kız geçmişe dair 4 senesini hatırlamıyor. Ve etrafında tam üç erkek Mirai, Yuji, Ace. Lisede hafızanızı kaybettiğinizi düşünsenize. Vaovvv! Kenichi ile tanışacaksam ne ala 😀

Şakası bir yana Naomi’nin yaşadığı bu hafıza kaybı hayatını zora mı sürükleyecek yoksa her şeyi yoluna sokacak olay bu mu? İzleyin görün. Ben izledim gördüm 😛

Uzun saç olmuyor ya!

Şimdi gelelim şahsi zırvalıklarıma. Öncelikle ben Maki Horikita’yı sevmem.   Bana inanılmaz donuk bir kızmış gibi gelir. Ki aslında bu zamana kadar izlediğim Maki öyleydi. Bildiğiniz kalas cinsten. Ancak bu filmde zincirlerini kırdığını fark ettim. Belki nedeni Ken’dir 🙂 Bir kere öpüşüyor yani. Tepkim ” Aman tanrım bu kız öpüşebiliyormuş. Gerizekalı o zaman neden Hana Kimi’de Oguri’yi öpmedin! Mal!” evet gerçekten bunu böyle söyledim filmi dondurduğum ekranıma doğru 🙂

Film Amerika, Japonya ortak yapımı ya Japonya’sını unutun fazlaca Amerika usulu sadece arada bolca japonca var, tanıdık japon oyuncular var. Hani bu iki ülke yan yana gelince ağır basan taraf her zaman ABD oluyor da işte Ken olunca onu bile sallamadım.

Filmde illaki ingilizce olmak zorunda. Bizim Japonlarda şakır şakır konuşmalı haliyle. Ama nasıl olmuş diye sormayın. Abi çok kötü ya. Resmen işkenceydi Maki’nin ingilizce konuşması. Hani biri seslendirmiş gibi, değil gibi. Ondan o ses o kelime çıkmaz gibi. Ne bilim izleyin karar verin 🙂

Ve ve yine ikinci elemanımız var. Ama bu sefer enteresanlık var. Böyle bir aşk dörtgeni yaşanıyor ( Gerçi sonra üçe düşüyor yine ) ama öyle böyle değil ya. Zort! Arada kalıyorsunuz. Hani sonu hem tatmin edici hem arada bırakıcı cinsten. Güüzeeelll!!!

mubi.com'dan alınmıştır. Emeğe Saygı!

Filmde en hoşuma giden şey ise ki baya önemde taşıyor. CD’ler. Evet açık vermiyorum sadece bu kadarını söylüyorum.

Birbirlerine teşekkür edip, önemli olmadığını söyledikleri bölümüde unutmamak lazım. Tabi ki Naomi ve Yuji’nin 😀 Filmin en güzel sahnelerindendir. İki kez izledim galiba. 😛

Ah birde çekim tekniği inanılmaz hoşuma gitti. Özellikle benim gibi fotoğrafa düşkün bir insan için çok güzel yerler vardı. Hani duygularıma tercüman olabilen cümleler ve eylemlerle doluydu.

diha-mediha.blogspot.com'dan alınmıştır. Emeğe Saygı

Yine çok uzattım. Hatta belkide bazılarınız nefret edeceği cinsten ön bilgi içerdi ama kendimi tutamadım işte. Ha bu arada fark ettim filmin çoğunu Kenichi için izlemişim her şeyi ona bağlamışım aferin bana. Yalnız yakında onun baba olacağını bilmek aklıma her geldiğinde solumu feci acıtıyor oy oy üstelik eşini düşündükçe daha fena oluyorum 😀 Bu konuyu kapatabilir miyiz??? 😀

Tamam evet şu dakika itibari ile bitti 😀 Kenichi ile tabi ki 😀

Avistaz'dan alınmıştır

PS Bir kitabıda olduğunu biliyor musunuz? Filmin kitabını yapmışlar 😛 ( Şaka ciddiye almayın dün Jey Leno’da duydum espriyi 😀 ) Tamaammm. İşte Fragman;

11 Ekim’i Güzel Kılan Olay :)

11’ini 13’ünde kaleme almak ne kadar doğrudur tartışılır ancak iş yoğunluğu 160 cm boyunu aşan ben için affedilecek bir şey olarak görülmesi umuduyla 🙂

Kendi ellerimle yaptım ancak bir "1" e daha hamur kalmadı 😀 Miane 😉

Efendim 11 Ekim yaklaşık 2 sene öncesine kadar çokta önemli değildi benim için. Ancak o günü anlamlı kılacak birisi hayatıma dahil oldu. Kim mi? Seve seve söylerim. O benim en gözde pandam 🙂 Astrea’dan bahsediyorum. Hani şu Atlası olan 😛 Şimdi size onun hikayesini anlatacağım.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşini tıngır mıngır sallamıyordum tabi daha önemli işlerim vardı 😛 Ancak devir o deviri beş geçe bir kız kapımı çaldı. Bende bu arada eteğimdeki taşları dökmeye çalışıyordum. Bana dedi ki ” Bir fincan arkadaşlığınız var mı?” Görür görmez ( Okur okumaz) dedim ki ” Arkadaşlık ne demek eğer kabul edersen dostun olmak istiyorum” Tabi aslında bu kadar kolay değildi 😀 🙂 Daha doğrusu bunlar böyle cümlelere dökülmedi. Öyle bir şeydi ki yazışmasak dahi kalplerimizin bir olduğunu hissediyorduk. Klavyelere gerek kalmıyordu 😀 Ve biz olmuştuk 😉

Yani;

Yer yer bilincimin derinliklerine inen psikolojinin dibine vuran ve iki cümlenin arasına bir manalısından ekleyen canı gönülden sevdiğim gözdelerimin gözdesi olan Astrea Pandam 11 Ekim seninle güzel, sen diye güzel. İyi ki doğmuşsun. Ne iyi etmişsin. Atlasımız olmuşsun. Seni seviyorum kuzum. Seil Çuka Hamnida Saranghanın uri Astrea Seil Çuka Hamnida 😉

Müjdeler Olsun!!!!

Ya bu nasıl bir şeydir. Biranda ruhsal durumum değişti, genetiğim bozuldu acayip bir şey oldum ben. Bir yandan ağlayasım geliyor bir yandan çığlık çığlığa koşturasım falan. Bunun tek nedenide ölümene sevdiğim “Tearliner”. Bu nasıl bir aşktır gerçekten bilmiyorum, açıklayamıyorum ama beni benden alıyor. Neyse bu konuya sonra bir ara değinirim. Şimdi asıl konuya geliyorum;

Aylar öncesinde bir “Sungkyunkwan Scandal” yazımda bölümlerden birinde duyduğum ve ilk dinleyişimde biricik Taerliner’ın olduğunu anladığım bir parçadan bahsetmiştim. Yana yana aradığım her türlü yardımı kabul ettiğim yer yer dibe vurduğum bu parçayı geçen “TimTim” in “Gezinirken youtube’da buldum ama sana nasıl göndereceğim” demesiyle şu dakika kavuşmuş bulunuyorum. Hani bana ulaştıramadı, ya da bağlantı falan gönderemedi ancak “Youtube’da buldum” demesi bile yetti girdim buldum ve tekrar tekrar dinliyorum. Sağolsun var olsun. E şimdi bende vatani ya da nasıl isterseniz öyle olsun görevimi yerine getirip bu parçayı burada paylaşıyorum.

Ya inanılmaz mutluyum ya!!! Resmen aşk sarhoşu diyebilirsiniz bana 😉 İşte kulaklarınızın pasını silecek olan parça

Tearliner – “나빌레라”