Category: ABD


Eğer o bahse girmeseydim, bu hikaye muhtemelen yaşanmamış olacaktı. Yazı mı tura mı?

İsmi ile kalbimi felç etti. Sonra oyuncularına baktım kimi göreyim Kenichi Matsuyama!!!! OMG ! Tamam onun muhteşemliğinden falan sonra ayrıca bahsedelim. Blogum +18 uyarısı içermiyor 😀

Yalnız ben direk filme dalıverdim. Genellikle yaptığım bir şey değildir bu. O zaman ne yapalım. Kısaca özetleyeyim. Şimdi efendim elimizde Naomi (Maki Horikita) adında bir genç kız var. Uluslararası deniyor ancak işte Amerikan Kolejinde okuyor. Tokyo American School gibi bir şeydi tam adı neyse geçelim biz orayı. Bu kızımız merdivenlerden yuvarlanır ve gözünü ambulansta açar yanında kim mi var?  Yuji ( Tabi ki  Kenichi ) 🙂 Yalnız bir sorun var. Kız geçmişe dair 4 senesini hatırlamıyor. Ve etrafında tam üç erkek Mirai, Yuji, Ace. Lisede hafızanızı kaybettiğinizi düşünsenize. Vaovvv! Kenichi ile tanışacaksam ne ala 😀

Şakası bir yana Naomi’nin yaşadığı bu hafıza kaybı hayatını zora mı sürükleyecek yoksa her şeyi yoluna sokacak olay bu mu? İzleyin görün. Ben izledim gördüm 😛

Uzun saç olmuyor ya!

Şimdi gelelim şahsi zırvalıklarıma. Öncelikle ben Maki Horikita’yı sevmem.   Bana inanılmaz donuk bir kızmış gibi gelir. Ki aslında bu zamana kadar izlediğim Maki öyleydi. Bildiğiniz kalas cinsten. Ancak bu filmde zincirlerini kırdığını fark ettim. Belki nedeni Ken’dir 🙂 Bir kere öpüşüyor yani. Tepkim ” Aman tanrım bu kız öpüşebiliyormuş. Gerizekalı o zaman neden Hana Kimi’de Oguri’yi öpmedin! Mal!” evet gerçekten bunu böyle söyledim filmi dondurduğum ekranıma doğru 🙂

Film Amerika, Japonya ortak yapımı ya Japonya’sını unutun fazlaca Amerika usulu sadece arada bolca japonca var, tanıdık japon oyuncular var. Hani bu iki ülke yan yana gelince ağır basan taraf her zaman ABD oluyor da işte Ken olunca onu bile sallamadım.

Filmde illaki ingilizce olmak zorunda. Bizim Japonlarda şakır şakır konuşmalı haliyle. Ama nasıl olmuş diye sormayın. Abi çok kötü ya. Resmen işkenceydi Maki’nin ingilizce konuşması. Hani biri seslendirmiş gibi, değil gibi. Ondan o ses o kelime çıkmaz gibi. Ne bilim izleyin karar verin 🙂

Ve ve yine ikinci elemanımız var. Ama bu sefer enteresanlık var. Böyle bir aşk dörtgeni yaşanıyor ( Gerçi sonra üçe düşüyor yine ) ama öyle böyle değil ya. Zort! Arada kalıyorsunuz. Hani sonu hem tatmin edici hem arada bırakıcı cinsten. Güüzeeelll!!!

mubi.com'dan alınmıştır. Emeğe Saygı!

Filmde en hoşuma giden şey ise ki baya önemde taşıyor. CD’ler. Evet açık vermiyorum sadece bu kadarını söylüyorum.

Birbirlerine teşekkür edip, önemli olmadığını söyledikleri bölümüde unutmamak lazım. Tabi ki Naomi ve Yuji’nin 😀 Filmin en güzel sahnelerindendir. İki kez izledim galiba. 😛

Ah birde çekim tekniği inanılmaz hoşuma gitti. Özellikle benim gibi fotoğrafa düşkün bir insan için çok güzel yerler vardı. Hani duygularıma tercüman olabilen cümleler ve eylemlerle doluydu.

diha-mediha.blogspot.com'dan alınmıştır. Emeğe Saygı

Yine çok uzattım. Hatta belkide bazılarınız nefret edeceği cinsten ön bilgi içerdi ama kendimi tutamadım işte. Ha bu arada fark ettim filmin çoğunu Kenichi için izlemişim her şeyi ona bağlamışım aferin bana. Yalnız yakında onun baba olacağını bilmek aklıma her geldiğinde solumu feci acıtıyor oy oy üstelik eşini düşündükçe daha fena oluyorum 😀 Bu konuyu kapatabilir miyiz??? 😀

Tamam evet şu dakika itibari ile bitti 😀 Kenichi ile tabi ki 😀

Avistaz'dan alınmıştır

PS Bir kitabıda olduğunu biliyor musunuz? Filmin kitabını yapmışlar 😛 ( Şaka ciddiye almayın dün Jey Leno’da duydum espriyi 😀 ) Tamaammm. İşte Fragman;

Flipped

Gecelerden bir gece, ben yine kafayı yemişim. Ne canım bir şey yapmak istiyor, ne de böyle mal mal oturmak falan derken. Fark ettim. Ben o gün ne film izlemiştim ne yeni dizi arayışına girmiştim. Evet işte problem buydu. O dakika anladım ki ben kriz geçiriyorum. Bünyem ” Lan hadi git birşeyler izle yoksa vallahi uyutmam seni” gibisinden cümlelerle atak yapıyordu. İlk aşama tamam da ikinci aşama ne olacak? Sıkıyorsa izlenecek bir şey bul. Önceden hep bir yedeğim olurdu. (Evet o kadar psikopatım ben. İzlemediğim bir film mutlaka yan cebimde zor zamanlar için durur) Ancak işten ayrılıp kendimi bilgisayarımla sevişir bulduğumda hepsini bir lokmada tüketmişim (aaaaa ne kadar ayıp!! 😀 ) Neyse amma uzattım yani altı üstü bir film izledim beğendim sizde izleyin diyeceğim yani olay bu 😀

Kimileri soluk, kimileri parlak, kimileri ise ışıl ışıldır.  Ama nadiren rengarenk biri ile karşılaşırsın işte o zaman hiç birşeyle kıyaslanamaz.

Hemen kısaca konusunu yazıyorum; Efendim Bryce ve ailesi yeni bir kasabaya taşınırlar. Julie, Bryce’ı görünce feci halde tutulur. İlk öpücüğünün o çocukta olduğuna inanır ve henüz 2. sınıftadırlar. Bryce ise kızı gördüğü yerde kaçar, kendinden uzaklaşması için elinden ne geliyorsa yapar. Peki bu ikisi gerçekten uzak kalabilecek midir? Julie’nin ilk öpücüğü gerçekten Bryce’da mıdır? Bunlar güzel sorular meraklanın 😀

Hemen şahsi görüşlerime geçiyorum;

Bir kere yönetmeni gördüm “tamam izlenir bu film” dedim ve o kızın şirinliği en başta sardı beni. Filmi güzel kılan bakış açısı durumu. Bir Bryce gözüyle olayları izliyoruz, bir kızın gözüyle. Bu da işi daha eğlenceli kılıyor. Örneğin tanıştıkları sahne ilk çocuğun gözünden anlatılıyor ve kız sizin için bir psikopat oluyor. Sonrasında kızın gözünden izleyince “Vayyyy” tepkisi veriyorsunuz.

Sonra beni en çok etkileyen şey; hikayede aslında çaktırmadan başrolü kapan çınar ağacı. Hani gözümde yaşlarla içeri gittiğimde bizimkiler şöyle bir baktı ” Hayırdır kızım ne oldu?” cevabım dumur etti tabi ” Çınar ağacına ağlıyorum. Of ya! ”  Evet filmde beni en çok ağlatan çınar ağacıydı. Hatta tablosu daha çok ağlattı da neyse izleyince anlarsınız zaten 😀

Film klasik bir ilk aşk hikayesi gibi görünsede kesinlikle türevlerinden ayrılıyor. Kabul ediyorum bu aralar ilk aşk temalı filmlere taktım gibi. Ancak ne yapabilirim onlar hep beni buluyor. İzlenebilir bulduğum filmlerin hepsinde var oluyor yani. Evet önce bir posterine bakıyorumda ben ondan sonra konusu vs geliyor. Ne kadar şekilciyim yarabbim 😀 Ancak bu aralar öyle. Posteri sarmayan film beni çekmiyor. Çok ayıp çok 😀 Bakın yine filmden uzaklaştım. Hemen geri dönüyorum.

Birde filmde sadece bu iki çocuk yok. Aileleri ilede ilgili hikayeler var. İki ailenin kendi içlerinde yaşadıkları durumlarda etkileyici. Ha birde unutmadan yakın tarih olmaması daha sempatikleştiriyor filmi.  Olaylar 1957 de başlıyor düşünün. Ne kadar şirin bir zaman ilk aşk için.

Öyle işte. Gecenin bir vakti -ya da sabah demeliyim- izlediğim bir filmdi ve huzurla uyudum. Ağlattı, güldürdü, üzdü, mutlu etti. Kısacası tavsiye edilir izleyin! 😉

Waiting For Forever

Vuah uzun zamandır bloga uğramıyordum. “Post yazmak nankör bir iş azizim bir süre sonra unutuluyor 😀 Dil bilgisi iyide , pratiğimiz kalmadı” diyerek saçma sapan bir cümle ile başlıyorum.

Uzun zamandır amerikan sinemasında izlediğim en güzel filmlerden biri oldu ” Waiting for Forever”. İnanılmaz sempatik, inanılmaz romantik ve anlamlı bir drama sahip ( Anlamlı dram derken neyi kastettim tam bende bilmiyorum ama yakışıklı bir tamlama oldu 😀 ) Konusu biraz klişe ancak onu orjinallik kısmına taşıyan esintilerde yok değil. O zaman kısaca bahsedeyim;

Will bir jonklör. Hayata farklı bir bakış açısı var. Biraz garip, çokça masum, şirinlik abidesi bir insan. Çocukluk aşkı Emma’ya sonunda ” Seni seviyorum” diyebilmek için eski kasabasına dönüyor. Kızımızda babasının rahatsızlığından dolayı eve geri dönüyor. Ancak Will’in tek sorunu aşkını ilan etmek değil. Uzun zamandır konuşulması gereken şeyler artık dile getiriliyor ve bizi romantizmin, dramın ve tebessümlerin içine itiyor.
Filmin konusunuda gayet kapalı bir şekilde anlattığıma göre şimdi şahsi görüşlerimi paylaşmanın zamanı geldi ( Merak etmeyin çok uzatmayacağım 😉 )

Oyuncular inanılmaz tatlıydı. Tom Sturridge (Will) ile ilk kez karşılaştım ancak oyunculuğu  hoşuma gitti. Hani o kadar doğal oynuyordu ki filmin içine girebilmemin en büyük nedeni oldu. Emma’yı canlandıran Rachel Bilson’la The OC den tanışıklığımız var -sonrasında bir kaç yapımlada samimiyeti ilerlettik- severim kendilerini. En başlarda kıvıramamış görünsede sona doğru ” Yok ya aslında fena değil” dedim -ki bundan şirinliğinin etkisi büyük-

Filmde o kadar güzel noktalar vardı ki… Hayat felsefeniz yapabilirsiniz bazılarını. Özellikle Will karakterinin ağzından çıkanları dikkatlice dinlemenizi -veya okumanızı- rica ediyorum. Gerçekten güzel yerleri var. Zaman zaman onun gibi yaşamak isteyebilirsiniz. ” Vay be onun yerinde olmak vardı. Hayat ona güzel ” diyebilirsiniz. Çokta haklısınız. Aslında herkesin yapmak istediği şeyi yaptığını düşünüyorum. Hatta sırf bu yüzden de onu kendinize yakın hissedebilirsiniz – Şirin suratı, munzır gülüşü ve turkuaz gözlerinin bu hisle bir alakası yok desemde siz inanmayın 😀 –

Evet başka ne kaldı? Hımm… Galiba bu kadar. Bu son paragrafta diyebilirm ki çok yüksek beklentiyle başlamayıp muhteşem şirin bir duyguyla bitireceğinizi düşündüğüm bir film ” Waiting for Forever”. İzleyecek olanlara iyi seyirler.

Bilgisayarsız geçen günlerimin rutin eylemi haline gelen “DVD Player’ a Saldır” zamanında izlediğim, aslında her zaman aklımda olan -çıktığı günden beri- ancak bir türlü izleyemediğim ve yazılmaya değer bulduğum bir yapım bu film. Birde hakkında çok fazla şey yazmayada kıyamıyorum. Çünkü benim gibi merakla izlemenizi istiyorum – tabi izlemeye karar verirseniz-

Aslında filmi fragmanlarından izleyipte komedi sandığım için “İzlemeliyim” demiştim fakat bambaşka bir yapım çıktı karşıma. Elimizde bir baba var. Robert De Niro’nun canlandırdığı. Ömrü telefon tellerini yağmurdan, soğuktan, sıcaktan korumak için kapmalama yapmakla geçmiş. Dört çocuğu var. Karısını yeni kaybetmiş ve o ölmeden önce evlatlarıyla doğru düzgün bir paylaşımı olmamış. Özelliklede yetişkinlikleri sırasında. Hani “En son babalar duyar” ya da “Birçok şeyi üstü kapalı bilir” durumu var. Çocuklar hep anneleri ile herşeyi konuşacak cesarete sahiptir. Evde tek başına, emekli olduktan sonra uğraşı bahçe olmuş bu adam evin annesi öldükten sonra “Çocuklarımla ben ilgilenmeliyim artık” diyor ve eskiden yaptıkları gibi herkesi bir masa etrafında toplamak istiyor. Ancak çocuklarının hepsi bir bahane ile gelemeyeceklerini söylüyorlar. Doktorunun tüm uyarılarına, yasaklarına rağmen onları görmeye ve durumlarının iyi olduğundan emin olmak için bizimkisi yola çıkıyor. İşte bu yolculuk esnasında onlarla iletişiminin ne denli kopuk olduğunun farkına varıyor.

Film beni güldürmekten çok ağlattı desem nasıl bir şey olduğunu ufaktan çaktırmış olurum sanırım. Üstelik yüzüme resmen tokat attı. Gerçekten “Babamla ilişkim süperdir” cümlemi külliyen yalana çevirdi. Farkında olmadığım bir çok şeyin farkına vardırdı. Babam harbiden benim hakkında birşey bilmiyor. Niyeyse hep ona söylediğim şeylerin yeterli olduğunu düşünmüştüm, o da yeterliymiş gibi davranmıştı “Ama değilmiş” dedim. Millet olarak aile yapımız babaların ağır olduğu, eve ekmek getiren taraf olduğunu ve duygusal şeylerimizi paylaşmak için hep annelerimizin olduğunu düşündürsede, babalarında bilmek isteyebileceğini, hatta bilmeleri gerektiğini güzel bir dilde anlatmıştı film.

Ben derim ki bir zaman yaratın kendinize ve kesinlikle izleyin. Film izlenmeye sonuna kadar değecek bir yapım. Kadrosu da cabası 😉

Tam sevgililer gününe denk gelen zamanda vizyondaydı bu film hatırlarsınız. Oyuncu kadrosu ile gönlümü fethetmeyi başarmasının yanında, 14 Şubat günü tek olmanında verdiği boşlukla gitmeyi çok arzu ettiğim film olmuştu. Ancak gidemedim 🙂

Aslını söylemek gerekirse zaten bu zamana kadar sevgililer gününü hiç sevgilili olarak geçirmedim. Ya şubat gelmeden ayrılırız ya  kavgalı oluruz ya da o gün sonrasında bir ilişkiye başlarım. Yani ben hep sevgililer gününden nefret ediyorum modlarında oldum bu zamana kadar. Tabi olgunlaşmanın verdiği bu seneki sakinlikle diğer günlerden farklı olduğunu düşünmeden geçirdim. Aziz Valentine için dua edip mum yaktım 🙂 Kliseyede gidecektim ama ayarlayamadım bir türlü. Biliyorsunuz evliliğin yasaklandığı bir dönemde sevenleri evlendiren bir azizdir kendisi. Takdir ediyorum.

Şimdi gelelim filmimize. Resmen bir yıldızlar geçidi. Yeni kuşakların yanında kendini kabul ettirmiş orta kuşak ve tecrübesi konuşan demirbaşlarla çekilen bir film. Bir çok aşk hikayesini anlatıyor. Ve ABD yi Kore sektöründen ayıran en büyük özelliği ile filmde herkes mutlu sona kavuşuyor. Aslında öyle aham şaham bir anlatıma, bir aşka sahip değil. Ancak ufacıktan bile olsa dokunabiliyor hani.

Özellikle Julia Roberts’ın bulunduğu hikaye benim için en güzeliydi. Zaten o kadına hasta bir insan olarak, yüzünü görmekten sıkılmayacağım oyuncular listemde üst sıralarda yer alıyor.

Shirley McLaine ve Hector Elinzondo muhteşem olmuşlardı. Heralde oyuncular arasında birilerini seçemeyip herkese bir kaç kuple verelim demişler çokta iyi olmuş. Her birinin ayrı enerjisi filme güzel bir hava katmıştı.

Film bir zincir konu olduğundan tam anlamıyla özetleyemeyeceğim ancak kısaca şöyle söyleyebilirim. Sevgililer gününün yoğunluğunda, sevdikleri insanları anlamaya çalışan, sevdiklerine sevdiğini söylemek isteyen, her şeye rağmen sevilebileceğini gösteren, aşkın yaşının, cinsiyetinin olmadığını anlatan ve bunlar gibi hep pembe bakış açısıyla işlenmiş konuları içinde barındıran pembe bir film.

Seyirliği güzel, iyi vakit geçirilebilinecek bir film. Bir boş vaktinizde kızlarla toplaşıp keyifle izlenebilir. Aslında ben erkek izleyicininde zevk alacağını düşünüyorum. En iyisi şöyle demek; Siz arkadaşlarınızı toplayın hep beraber izleyin ;)Eminim bir hikayede kendinizi bulacaksınız. Yalnız arkadaşlarla toplanıp verilen bir partide, aşkın çok yakında olduğunun anlaşıldığı sahnede, sevginin mesafeleri kısalttığı dakikalar, hiç bitmeyecekmiş gibi göründüğü zamanlarda, yanlış tercih yaptığını anlayan kızı gördüğünde veya herşeye rağmen sevdiğini, sevebileceğini anlayan dostu desteklediğinde. Yani mutlaka biri seni can evinden yakalayacaktır… İyi seyirler.

“Bu genç bir adamın genç bir kızla tanışma hikayesidir. Ancak kesinlikle aşk hikayesi değildir.”

“Bir dakika nasıl yani?” Demeden geçemedim. Ama  sonradan bakıyorsun gerçekten değil. Bu demek değil  hiç aşk yok(gerçi tam karar veremedim ama). Neyse aklınızı karıştırmadan konusuna geçiyorum.  

Filmimiz zaten bir ilişkinin içinde olan çiftin geçmişlerine bir pencere açıyor. Örneğin ilk olarak  ilişkinin 290. gününden başlıyoruz, sonra ilk güne dönüyoruz sonra hop 3. gün anlayacağınız bir doğrultuda ilerlemiyor. Yani oğlan kızı görür aşık olur sonra kız oğlana bakar tutulur ve bir dizi olaylar yaşanır hikayesi değil. Burda daha çok oğlan aşka inanıyor ve aşık olduğu kız aşka tamamen karşı. Peki böyle bir ilişki nasıl ilerler?

Açıkçası bu filmin konusu nasıl anlatabileceğimi uzun uzun düşündüm ancak bulamadım. Ama filmde ki ayrıntılar çok güzel. Mesela ilişkilerin günlerini gösteren ekranın arkasındaki resimlere dikkat ederseniz o günün iyi mi kötü mü olduğunu anlayabilirsiniz. Filmin müzikleride ayrı bir güzeldi. Klasik bir anlatımı olmaması filmi izlemeye iten en önemli sebeplerden. Renkler, fazla ön planda olmasada yan karakterler, çok güzeldi. Birde ben esas oğlanımızı Heath Ledger a inanılmaz benzettim bilmiyorum siz ne düşünürsünüz. Sonuç olarak güzel ve izlenilebilir bir film diyorum. Değişik bir tat denemek isteyenlere, klişe işlerden sıkılmış olanlara birebir 😉

 

Uzun zamandır izlemek isteyipte izlemeyemediğim bir film daha. Hani holivud yapımlarına biraz ara vermiştim. Hatta normalde holivud işin içine uzakdoğuyu karıştırdı mı pek hoşuma gitmezdi. Aslında hala gitmiyorda neyse. Galiba Kore’yi Japonya’yı iyi benimsedim. Bizimkiler diyesim geliyor 🙂

Gelelim filmimize. Aslında pek bir alışık olduğumuz konudur bu ölüm makinası ninjalar. Sessizce yaklaşır işinizi anında bitiriverirler. Öyle bir eğitim almışlardır ki akıl mantık ermez. Tanıdık bir yüzün canlandırdığı Raizo karakteride küçük yaşta yetim kalıp “Uzumu” denilen bir klanın “Suikastçi Ninjalar” yetiştirdiği merkeze getirilir. Kendisinden yani Raizo’dan çok şey bekler bu klanın “Babası” ve aslında beklenildiğinede değer, taki Raizo aynı klandan Kriko adlı bir kızla arkadaş olmaya başlayıncaya ve bu kıza olanlara kadar. O zaman içine intikan tohumu ekilir ve bu tohum ona verilen bir görev sonrasında saklandığı yerden başverir. Bir yandan peşinde “Uzumu” bir yandan polisler derken 3, 2, 1 action!

Raizo’yu canlandıran aktöre tanıdık bir yüz demiştim. Evet o gerçekten biz G. Kore severlerin çok yakından tanıdığı bir isim Bi/Rain. Kendisini ikinci kez holivud semalarında izliyorum ki zaten bu ikinci filmi ancak bu sefer başrolde kendisi. Bilmeyenler için ilki “Speed Ricer” ki yine aynı yönetmenin. Açıkçası kendisi ekrana yakışan bir insandır bu filmde de çok güzel, bu güzel insandan yararlanmışlar hani. Sanırsam bayan hayran kazanma yolunda da baya bir ilerlemiştir Rain efendi. Oyunculuk açısından pek bir övemeyeceğim çünkü öyle şahane bir performans sergilemesi gerekmiyordu zaten. Sadece eminim ki filmin dövüş sahneleri için çok çalışmıştır aslında oda gerekirdi çünkü gerçekten zorlu sahneler olduğunu düşünüyorum.

Perişan Bi!! 🙂

Film inanılmaz bir görsellik sunuyordu bence. Kendi kulvarında övgüyü hak edecek şekilde bir efekt ve kamera kullanımı sezdim. Aslında biraz daha beklentim fazlaydı hani malumunuz yönetmen The Matrix’in yönetmeni olunca. Ancak hayal kırıklığınada uğramadım. Özellikle ninjaların gölgede saklanıp ortaya çıkışları ve yakın geçen sivri uçlu kesici, parçalayıcı ve de bol kan akıtıcı aletlerin ortalarda salındığı zamanlar baya güzeldi.

Anlayacağınız üzere film baya kan revan içinde geçiyor. Hatta bir çok yerde Rain beyfendinin vücudunun kısmii yerlerindeki açık yaralara bir zoom yapılmış ki çok güzeldi. Öhöm Rain’nin kısmii yerleri değil o yerlerdeki yaraların gerçekliğinden bahsetmekteyim 😀 Ancak ve ancak (kocaman yazmak isterdim de malumunuz bir şekil bir düzen var) hayatımda hiç bu filmdeki gibi bir renkte kan görmedim. Yani dikkat çeksin birazcık nasıl desem anime havası olsun diye mi yapmışlar emin değilim ama “filmdeki herşeyi gerçeğe yakın yaparken kanın renginide tuttursaydın” dedim içimden. Haa çok kötümü hayır kesinlikle değil. Emin olun aldırış etmiyorsunuz.

Birde filmde Sung Kang var diye çok sevinmiştim. Fast & Furious serisinin Tokyo ayağında Drift olaylarının döndüğü kavşakta ölen Han karakteri ile sevmiştim 😀 Ancak biranda filme girdi ve sonuna kadar çıktı. Fast & Furious da tek bağlandığım karakterdi, böyle babacan tavırları ile canım abicim diyerek izlemiştim. İşte o filmde böyle acı hatıram vardı dedim “Oh bu sefer izlemeye doyarım” ancak öyle olmadı ve daha ilk sahnede “Tschüss” dedik kendisine.(Film Berlin’de geçiyorda) Tek hayal kırıklığımdı.

Yani sonuç olarak severek izledim. Ancak öyle heycan meyecan duymadım film çok açıktı. Senaryoda gizli saklı yoktu gayet net olacakları tahmin edebilirsiniz. Birde şöyle bir uyarı yapayım fazla kanı, ellerin kopması kafaların yarısının uçması gibi şeyleri kaldıramıyorsanız izlemeyin. Şayet nefret edersiniz. Rain’in güzel suratı bile sizi ekran başında tutamaz. Gözünüzü kaparsanızda hiç bişi anlamazsınız. Neyse yine çok konuştum. Bu film için bu kadar. İzlemeniz temennisi ile Buyrun fragmanı.

Sanırım bir kaç yıl olmuştur bu film arşivimde. Nedendir bilinmez her zaman ki gibi üşengeçliğimden ya da önüne muhakkak daha çok ilgimi çeken bişiler geldiğindendir. Olur yani arada böyle şeyler. Aslında çok ilginç de bir film yani izleyince karar verdim öyle olduğuna. Demek ne yapıyormuşuz? Aldığımız anda filmi izliyormuşuz 😀 Mümkün mü? Evet olabilirliği mümkün:=)

Gelelim filmimize filmin konusu; Basit Mayalılarrrrrrr!!!!!(burda hafiften sesimi pelestirip suratınıza doğru yaklaşıyorum 🙂 Mayalılar dedim ama dünyanın sonu gelecek nihahahaha seller sular, volkan patlamaları falan yok. Bu tamamen topluma bir bakış. Zaten filmin başlangıcı süper. Bizim mayalılar ava giderler baba, oğul, dostlar falan. Birbirleri ile şakalaşırlar, espiriler gırla sonrada usul usul köylerine dönerler. Ancak ormanda başka bir köy ahali ile karşılaşırlar. Köyleri yağmalanmıştır. O gece filmimizinde baş kahramanı olan Jaguar Pençesi bir rüya görür. Rüyasında ormanda karşılaştığı yerli ona kaçmasını söyler ki bu sırada uyanır tam o anda da köylerine saldırırlar. Ama ne sahnelerdi. Kan, revan, tecavüze teşebbüs(eminim arkada bir yerlerde oldu ama göstermediler don’t panic). İşte ölenler ölür yakalananlar yola çıkar. Kadınları satacaklar, erkeleride maya inanışına göre kurban edecekler. Ancak bizim Jaguar Pençesi karısını(hamiledir bu arada kendisi) ve çocuğunu koşan kaplumbağamıydı neydi oğlunun adı neyse şirin bir dostumuz kendiside işte ailesini alıyor saklıyor ve bir söz veriyor ” Geri Döneceğim” bu arada babası gözleri önünde öldürülürken onun nasihatıda ” Sakın korkma, korkuyu unut”. Oğlunun gözlerinde korkuyu ilk gördüğünde demişti. Korku hastalık gibidir  sanada bulaşmış bir an önce kalbinde korkuyu at falan demişti. Çok ta iyi demiş.

Ronaldinho'ya çok benzetiliyor. Sizce?

İşte bizim Jaguar Pençesi başkentte götürülür. Kadınlarını satılırken gören erkeler, birde yolda gelirken çocuklarının arkada kaldığını gören kadınlar. İşin içinden çıkmak zor gibi görünüyor değil mi? Evet baya zor oldu. Ancak acaba bu gelen sonu durdurmaya yetecek mi? (yine söylüyorum bu son dünyanın sonu değil onlarının soyunun sonu;) )

İşte konu böyle. Söylemeliyim ki filmin çok sade ve objektif çekilmiş. Üstelik konuşmaların Maya dili ile olması, kesinlikle dublajın olmaması(yasak yani olamaz öyle bişi 😉 ) böyle belgesel izliyormuşsunuz gibi ama değil gibi hissettiren olayları, akışı falan çok güzeldi. Arada da duygusallık var ha romantizm falan serpiştirilmiş yani. Ben çok beğendim. Bilmiyorum siz nasıl bulursunuz ama izlemenizi tavsiye ederim sonuna kadar.

Birde film türkçeye “Kıyamet” diye çevrilmiş ancak tam tersine kendileri “Başlangıç” olarak bilinirlermiş.

Biraz spoiler olabilir ama tahminimce ilk suda doğumu mayalılar yapmış heralde filmde öyleydi. Birde filmin başrol oyuncuları misvak kullanıyordu sanırsam bir tek onların dişleri çürük değildi. Bunun gibi bir kaç şey daha vardı ama unuttum. Aklıma gelince söylerim 😀

İşte böyle bir film. Buyrun fragmanınıda ekleyi verim.

Ah ah uzun bir aradan sonra eczanenenin boş zamanlarında hemen pc başına geçtim ve haftasonu izlediğim 4 filmden biri olan Martian Child’ı tanıtı vereyim dedim. Çok özlemişim yazmayı. Yanlız beni göreceksiniz evde sanki öyle okuyanım çok, hayranlarım varda onları yüz üstü bırakmışım gibi hissederek geçirdim günlerimi 🙂 Narsistlikte son noktadır bu yaptığım nihahaha.

Neyse başlıyorum. Efendim Ben bir John Cusack hastasıyımdır. Bu filmide aslında uzun zamandır aklımdaydı. Zaten yetenekli miniklerin oynadıkları filmlerede bayılırım hani. Nedense böyle senaryolar çok şirin gelir bana. Neyse konusuna gelince; David küçükken garip bir çocukmuş. Hani herkesten farklı olanlardan. Kimseyle anlaşamayan ve dışlanan bir tipmiş. Ancak bu çocukluğu kendisine şuanda para kazandıran bilim kurgu romanlarını yazmasında çok yardımcı olmuş. Evet kendisi dünya çapında satış rekorları kıran belki biraz abartım ama en azından iyi satan bilim kurgu romanının yazarı. 2 sene önce karısını kaybetmiş. Ancak karısı ölmeden önce evlat edinmek için bir girişimde bulunmuşlar. Tabi karısı ölünce bunu tek başına yapıp yapamayacağını kestiremediği bir zamanda tekrar çocuk sahibi olma kıvılcımları çakıyor beyninde ve bir telefon alıyor. Onun için bire bir uygun olduğunu düşündüğü müdire hanımımız Dennis için David’i arıyor. Dennis bizim baş kahramanımız filme ismini veren insan. Kendisinin Mars’tan geldiğine inanan, bir kutunun içinde yaşan küçük bir çocuk. Dünyanın yer çekiminin az olduğunu düşündüğü için ağırlık kemeri takıyor. Güneşin kendisine zarar verdiğini düşündüğü için dışarı çıkmıyor. Dünyada bir görevi olduğunu düşündüğü için fotoğraflar çekip kendince araştırmalar yapıyor. Ancak çok ama çok zeki bir çocuk.

Neyse David bu çocuk için baya heycanlanıyor. E neden heycanlanmasın ki çocuk kendisi gibi. Aslında onu anlayabilen tek insan belkide sadece David. Bunlar beraber yaşamaya başlıyorlar. David çocuğun tabiki de diğerleri ile uyum sağlayamadığı için böyle davrandığını düşünüyor ancak öyle zamanlar oluyor ki tereddüte düşüveriyor. Mesela Mars’lı dileği diye bir şey var. Çocuk bir kaç kez bu dileğini kullanıyor ve tahmin edebileceğiniz gibi dilek oluveriyor ya da renklerin tadını alabildiğini söylüyor deniyorlarlar sizde David de çok şaşırıyorsunuz.

Vesselam ikiside birbirine aşırı derecede bağlanmaya başlıyor. Ancak bu komik, düşündürücü olayların arasında hafiften dram olmazsa olmaz. Sonunda neler olucak izleyin ve görün. Gerçekten yormayan bu film çok şirin bir çocuğun ve dul  potansiyel bir babanın hikayesi. Hoşunuza gidecektir eminim. Buyrun bu da fragmanı;

The Ramen Girl

İlk film tanıtımımıda yapıyorum hadi hayırlı olsun.  Neden ilk bu filmi seçtim? Benim ABD ile başlayan ve son 2 yıldır Uzakdoğu’ya kayan bir sinema sektörü tutkum var. Bu filmde bunu en iyi yansıtan yapım bence.

Hemen konusundan bahsedi vereyim. Abby (Birttany Murphy) erkek arkadaşının peşinden Tokya’lara gelmiş ancak orada terkedilmiş bir amerikalı kızımızdır. Daha sonra yolun hemen karşısında bir Ramen restorantı görür. Yağmurlu bir günde, dilini bilmediği bir ülkede, tek başına kalmış bu kız, o küçük restorantın sahibi olan ramen şefinden ona ramen yapmasını öğretmesini ve bir ramen şefi olma yolunda ona yardım etmesini ister. İşte her şey o andan itibaren başlar.

Bu film benim için gerçekten özel bir film. Birinci nedeni bu filmi izledikten sonra Brittany M.’nin ölüm haberini okudum. Film eski olmasına rağmen “Nasıl ya daha geçen gün izledim kadının filmini” diye geçirdim içimden. Kendisi ile pek bir anımız olmasada severdim ve genç yaşta hayatını kaybetmesine çok üzüldüm. İkinci nedeni; Oralara bende çok gitmek istiyorum ancak dil, toplum farkı vs. derken aşırı derecede bir çekingenlik vardı üstümde bu film o çekingenliğimi kırmıştır. Üçüncü neden ise; Duyguların her yerde aynı şekilde var olduğunun, aslında anlaşmak için aynı dili kulanmanın gerek olmadığının, insanların gözlerinin içine baktığın zaman ne demek istediklerini anlayabileceğinin bir kanıtını sunuyor size.  Bir taraftanda “hiç bir zaman vazgeçme” gazını çok güzel veriyor…

Bunların dışında filmdeki oyuncuları özelliklede Abby’nin (Brit Murphy) eğitim aldığı Ramen ustasını nam-ı diğer “Sensei” yi öyle benimsiyorsunuz ki. Babanız, amcanız, dedeniz oluyor. Adamın öyle bir havası var. Sert, dediğim dedik ama yumuşak kalpli bir adam. Oğlu Fransa’ya fransız mutfağı öğrenmek için gitmiş ancak babası ile arası bozulmuş. Bir şekilde Abby’yi oğlunun yerine koyuyor. Ama az çektirmiyor kıza en başta. Bulaşıkları yıka, tuvaleti temizle, camları sil, çubukları doldur vs. Kızın burnundan getiriyor yazık karısıda Böyle davranma bey Abby-san’a diyip duruyor:)

Yan karakterlerde sizi baya güldürüyor. Abby’nin erkek arkadaşının Tokyo’da amerikalı arkadaşları çocuğun Abby’yi terk etmesinden sonra Abby’nin arkadaşı oluyor. Bunlar hep beraber yemek yemeğe çıktıklarında yan masadaki Japon arkadaşlarla bir sohbete giriyorlar. Onlar da Abby’nin ramen şefi olmak için verdiği mücadeleyi çok sempatik buluyorlar. İşte o tanışma sonrasında Abby’nin hayatına birileri giriyor “Iwamoto Toshi”(Sohee Park). Belki de Abby için doğru insan o olacak.  Sohee Park da Kore’li anne ve babadan Joponya’da doğmuş bir aktör bu arada dipnot olsun. Filmdeki süprizlerdendi benim için.

İşte böyle bir film. İzlemenizi tavsiye ederim. Amerika el atmış ancak o Uzaklara özgü şirinliği kaybettirememiş. Son olarak filmin Fragmanını ekliyorum bir bakış atın.